Yeşilçam özel

http://www.filmhafizasi.com/blog/film-yazarlari/ozel-dosya-yesilcam-felaket-senaryolari/
http://www.cnnturk.com/fotogaleri/kultur.sanat/sinema/2012/08/24/unutulmaz.yesilcam.replikleri/14882.2/index.html#photoGal

Enteresan ve üzücü !

Kitapları çok okunuyor ama mezarlarının yerini bilen yok


EDA NUR ÜÇER — AHMET BALCI

Bayramlarda akraba ziyaretleri kadar kabir ziyaretleri de önemlidir. Hayattaki akrabalarını bayramlarda arayıp soran kadirşinas milletimiz, vefat eden akrabalarını da unutmaz.

Bazı yörelerde kabir ziyareti arefe gününden deruhte edilir hatta. İyi edebiyat okuru ise bazen metinle öyle yakın hisseder ki kendisini yazarla bütünleşir, onu bir akrabası gibi görür. Biz de “İstanbul’da yazarlar ebedi istirahatlerini nerelerde yatıyor?” sorusunu soran okurlar için bir demet sunalım dedik.
Usta ile çırak, Rumelihisarı’nda: Türk şiirine fetih imgesiyle iz bırakan Yahya Kemal Beyatlı ile onun hem talebesi hem en büyük hayranı Ahmet Hamdi Tanpınar, Rumelihisarı Mezarlığı’nda yatanlar arasında. Fetih için inşa edilen bir hisarın yanında yatmak Yahya Kemal için kuşkusuz en uygun mezar yerlerinden birisi. Romanlarında Türk kültür ve medeniyetini yoğun şekilde duyan ve duyuran Tanpınar’a da ustasının yanında yatmak nasip olmuş. Tanzimat’ın önemli şairi Tevfik Fikret, tiyatro için yaptıklarıyla bilinen Ahmet Vefik Paşa, şair Nigar Hanım, ‘bir garip’ Orhan Veli, Yahya Kemal’i ve Türkçeyi tanıma adına çok şey borçlu olduğumuz Nihad Sâmi Banarlı, Rumelihisarı’nın diğer sakinleri.
Cumhuriyet’in ilk yılları Edirnekapı’da ayân: Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, Edirnekapı Mezarlığı’nda ebedi uykusunda. Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi Abalıoğlu da Edirnekapı’nın misafirlerinden. Yine büyük romancı Peyami Safa, Üç Tarz-ı Siyaset’in yazarı Yusuf Akçura, Süleyman Nazif ve önemli gramerci Tahsin Banguoğlu ve Bâkî, Edirnekapı’da yatıyor.
Modern Türk şiirinin iki büyük kameti Eyüp’te: Modern Türk şiirini sözle musiki arasında bulup sözden çok musikiye yakın mutavassıt bir zeminde yoğuran Ahmet Haşim ile Kaldırımlar yazarı Necip Fazıl Kısakürek, Eyüp Mezarlığı’nda çilesini dolduruyor.
Karacaahmet, bir edebiyat tarihi barındırıyor: Divan edebiyatının hikmetli şairi Nabi, Lale Devri’nin şen bülbülü Nedim ile Tanzimat döneminin realist kalemi Nabizâde Nazım Karacaahmet Mezarlığı’nda. Bir çalıkuşu gibi hızlıca okunan romanların yazarı Reşat Nuri Güntekin, Üç İstanbul’dan birine razı olan Mithat Cemal Kuntay cumhuriyet döneminin Karacaahmet misafirlerinden. Türk edebiyatının masalcı babası Eflatun Cem Güney, Türkçülüğün damarından yükselen ses Nihal Atsız, Türk kültürünün iki araştırmacısı Abdülbaki Gölpınarlı ve Mehmet Kaplan da burada yatmakta. Düşünceye etini kemiğini katıp hür tefekkür kaleleri inşa eden Cemil Meriç’in son fildişi kulesi de Karacaahmet Mezarlığı’na kurulmuş.
Zincirlikuyu, ölümün poetikası: Servet-i Fünûn döneminin şair-i âzamı Abdülhak Hamid Tarhan, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, Türklüğün şairi Mehmet Emin Yurdakul, Behçet Necatigil, Celal Sılay, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Kutsi Tecer, Zincirlikuyu’nun şair konukları. Hikâyeleri hepimizin hatırasında yer etmiş Ömer Seyfettin, hikâyeleri ve romanlarının duru diliyle bilinen Refik Halit Karay, yeni cumhuriyetin aydını Falih Rıfkı Atay ve Sait Faik Abasıyanık semaverini Zincirlikuyu’da demlendirenlerden. Muhsin Ertuğrul, İsmail Hami Danişment, araştırmacı Asım Bezirci ve romancı Orhan Kemal de Zincirlikuyu sakinlerinden.
Melih Cevdet Anday, Büyükada, Halit Ziya Uşaklıgil, Ebüzziya Tevfik, Cenap Şahabettin Bakırköy, Kemalettin Tuğcu, Çengelköy Mezarlığı’nda yatıyor.

Oğuz Atay ile tanışan genç kızın başına gelenler; Edebiyat-i banane

Ben olmasaydim sen bir hiçtin edebiyat, kabul et!  Kabul et, beni anlamaya ve anlatmaya çalışmak için varoldugunu ! Değişik suretlerle gösterdin bana yüzünü ve günümü… Şikayet etmiyorum ve edemem ! Ben de kabul ediyorum; beni sen yarattin !

İşin romantik anlatımı bu yukardaki. Gerçekten ben kitap okurken şaşırtıcı tesadüfler, raslantılar, sözler, olaylar, olgulara şahit oluyorum. Öyle ki bir zaman sonra,” ya insanlık tarihi kadar eski bu kimlik arayışları da kendini tekrarlayıp duruyor, yada ben gidip beni bulabileceğim kitapları seçip okuyorum, yada bunları okumayı çok istediğim, bunlara yoğunlaştığım için bu tarz kitaplar karşıma çıkıyorlar. Evrene pozitif enerji yollama, durugörü, çağırma, olumlama adı herneyse işte…

Mesela, aklıma şimdi gelen şey çok enteresan. Ben küçücükken anneannemin Kadıköy’ deki evinde mutfaktaki hanımlar fıkra anlatıp gülüştüler. Ben de aman benim büyüklerden ne eksiğim var, bi de ben fıkra yapayım, biraz da bana gülsünler bacak kadar boyuma bakmadım ve bi tarafımdan fıkra oluşturmaya çalıştım. Elime yüzüme bulaştırdım hatırladığım kadarıyla zira fıkra roman oldu, sonu da gelmedi. Bi de bana özgüvenin eksik derler ya pes doğrusu ! Benim özgüvenim muhtemelen o fıkra sonrası tepkilerle yerle yeksan olmuş. Ama burdan çıkarmaya çalıştığım sonuç bu değil. O zamandan beri süregelen takdir edilme ihtiyacım ve bunu hep yazın, edebiyat türleri ile başarmak. Ve lise de şiire bulaşmam, günlükler tutmam, üniversitede yazdıklarıma ve tüm yazılan fikir ürünlerine saygı duyup kaydetmeye çalışmam sonucu blog açmam. Yazar olacak çocuk saçmalamasından belli olurmuş işte 😀

Hülasa, demek istediğim böyle ironik bir kafaya böyle ironik kitap gerekti işte; tanıştığıma memnun oldum Sayın Atay, nur içinde yatın efenim!

İsimlere dikkat etmeli !

Aileler çocuklarına Kuran’dan isim koymak isterken
ismin anlamına çok dikkat etmeliler.
Kuran’da geçen her kelimenin isim olmayacağı
iyi bilinmeli ve ‘bu kelime Kuran’da geçiyor,
isim olur” mantığıyla çocuklara verilmemelidir.
Ayrıca bazı isimlerde sırf söylenişi güzel diye
çocuklara konulmamalıdır.
İsimde önemli olan, anlamının güzel olması,
yaşadığı toplum ve kültüre yabancı olmamasıdır.
Mesela;
Sanem ismi çocuğa verilmemelidir,
çünkü Sanem, ‘put’ demektir,
Samet ismi, ‘hiç kimseye muhtaç olmayan’ demektir.
Bu sadece Allah’a mahsus bir durumdur,
dolayısiyle isim olarak kullanılamaz.
Aleyna sıkça duyduğumuz bir isim ama anlamı ,
‘üstümüze bela, sıkıntı aksın’ demektir.
Kezban ismi Kur’an’da geçiyor diye veriliyor.
Oysa Kezban ‘yalancı’ demektir.
Çocuğa bu ismi koyarsanız, ‘yalancı,
yalancı’ diye çağırmak zorunda kalırsınız.
Ayrıca;
Resul, Nebi, Cebrail,Azrail, Mikail,
İsrafil isimlerin konulması dinen hoş değildir.
Bekir, ‘deve yavrusu’ demektir.
Bu isim belki Hz.Ebubekir’den dolayı konuyor ama;
aslında Hz. Ebubekir’in esas ismi Abdullah’tır,
Ebubekir ise lakabıdır.
Asiye ‘isyan’ eden anlamına gelir.
Gülsüm ‘gariban, zavallı, kimsesiz anlamındadır.
Julide Farsça’da dağınık,perişan’ demektir.
İrem ise ‘Cennet bahçesi’ olarak bilinir ama aslında
‘Allah’ın gazabına uğrayan sahte cennet’ tir.
Bade ismi ‘içki’ demektir.
Hannas ismi ‘şeytanın’ ismidir.
Alara,Rosa, İleyda bunlar İslam isimleri değil
‘gayrimüslim’ isimleridir.
Rumeysa ‘gözü çapaklı kadın’ demektir.
Hüreyre, ‘kedicik’ demektir.
Kayra eski Türk mitolojisinde ‘tanrı’ demektir,
Allah’tan başka ilah olmaz.
Çocuğa tanrı ismi konulmamalıdır.
Melis, Yunan mitolojisinde ‘tanrıça’ demektir,
şişman ve tembel anlamlarına da gelir.
Ecrin ‘ücret’ anlamına gelir.
Bir insan ücret olamaz.
Hayrettin Öztürk

Eylül’ün Vicdan Döken Rüzgarı

Bildiğimiz İstanbul ve İzmir, 1955’in bir eylül vakti bitti. O gün kiliseler cemaatsiz, sokaklar kahkahasız, mezeler lezzetsiz, taş evler sessiz, şehirlerin ruhu öksüz kaldı.
Güven Gürkan ÖZTAN

Eylül, bir ferah esintidir çoğu zaman arsızca kavuran yaz sıcaklarından sonra… Günler hâlâ bereketlidir, güneş cömerttir ama işte akşam serinliği başlar yüzümüzü yalamaya. Ruhu Akdenizli bir rehavetin ve biraz da tatlı tembelliğin sonudur Eylül’ün gelişi; zira yazlıklar çocuklulara öncelik vererek boşalmaya başlar, şehrin sokaklarında seyyah sesler artar. Okulların açılışı yakındır çünkü. İllâ mektebe giden çocuğunuzun olması ya da benim gibi “hoca” kimliğini üstlenmeniz gerekmez okul heyecanı yaşamak için; bazen önü festival bir kırtasiye dükkanı bazen de okul arkadaşı hasreti çeken bir çocuğun binbir mevsim sabırsızlığı yeter gözlerinize gülümseme bahşetmeye. Top sesi, çocuk şenliği, patlıcan biber kızartması ama biraz da iplikten kazak, akşamına kapalı ayakkabı, kaldırımlara, toprağa dökülmüş çınar yaprakları…
Vagonlara doldurulan hayatlar

Hani tadı damağımızda kalan eylüller hep böyle güleryüzlü mü bu topraklarda, telaşı hep rengarenk mi? Maalesef cevap evet değil. 1955’in 6-7 Eylül’ünde devletin körüğüyle esen milliyetçi-şoven rüzgar bu ülkenin vicdan yapraklarını da yere serdi; üzerinden hışımla postal tabanlı sivil gaddarlıklar geçti.

Kimimiz şahit oldu kimimiz sadece okudu ya da dinledi ama netice aynı Eylül’de Aralık soğuğu…

6-7 Eylül öncesinde çok emare vardı aslında dondurucu rüzgarların gelişine dair. 1915 kıyımı, I. Dünya Savaşı sırasındaki tüm meşakkatli günler, yerinden edilenler, toprağından koparılanlar bu ülkenin ortak acılarıydı. Rumeli’den Kafkaslardan Anadolu’ya gelmek zorunda kalanların dramı ile binyıllık evlerinden sürülen, yollarda katledilen insanların acı ve hüzün dolu hikâyesi. Savaşın vicdanlara mermi sıkan gözükaralığına milliyetçiliğin zehri eklenince katliamlar, tecavüzler, kıyımlar çığ gibi büyüdü. Bağımsızlık Savaşı bitip yeni rejim kurulunca da sular dinmedi hatta İttihatçılardan miras alınan siyaset ve ulus-devletleşme projesinin tutkusuyla devlet merkezli milliyetçi propaganda tüm algı dünyasını biçimlemeye başladı.

Hepimiz Trakya olaylarını da “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının hedefini de biliyoruz bugün. Vapurda, troleybüste aksanı ile dalga geçilen Rumları, Ermenileri, Yahudileri ve daha nice “gayri Türk” ve “gayrimüslim”in ülkede günlük yaşam içinde karşılaştığı zorlukları.

Zaman içinde benzeri yıldırma politikalarına karşı talimli hale gelen gayrimüslim nüfusun II. Dünya Savaşı’nın sonları yaklaşırken yaşadıkları ise başlı başına bir travma. Türkiye’nin savaşa dahil olmamasına rağmen sanki her an savaşa girecekmiş gibi silah altında asker tuttuğu günler. Memlekette Almanlar Stalingard’ta yenilene kadar süren ırkçı propagandaya da ses çıkaran yok. Turancı-ırkçı yayınlar alenen, diğer pek çoğu zımnen anti-semitizm siyasetini popülerleştirmekte, Rumları, Ermenileri “düşman” ilan etmekte. Üstüne üstlük ordunun masrafları nedeni ile ülkenin ekonomisi de zor günler yaşıyor.

Dertlere derman olarak bürokrasinin icat ettiği korkunç Varlık Vergisi o günlerin uygulaması. Varlık vergisinin gayrimüslim nüfusu ekonomik olarak bitirme projesine dönüştüğünü hem rakamlardan hem de trajik insan öykülerinden biliyoruz. Ama asıl travmatik olan Almanların Yahudileri, Slavları, Romanları trenlere doldurup toplama kamplarına gönderdiği ve akabinde toplum imha ettiği bilgisinin artık aşikâr olduğu bir konjonktürde “vergi borcunu” ödeyemeyenleri aynı yöntemle Aşkale’ye göndermek.

Hiç aklımız ve vicdanımız alıyor mu o yük vagonlarına (ki 1943’ün Ocak ve Temmuz ayları arasında resmi rakamlara göre 1229 kişi Aşkale’ye gönderildi) doluşturulan kalplerdeki tedirginliğin boyutlarını?

Geri dönemeyeceklerine dair kendilerinin ve ailelerinin umutsuzluğunu?

Aşkale’de zorla kırılan taşların aslında yüreklerdeki güven ve gelecek arzusunun kırıntılarını da yok ettiğini?

Mülksüz, parasız ama her şeyden daha ağırı ülkesine dair inancını kaybetmiş insanların doğdukları topraklarda tüm bunlara rağmen kalmak istemesini?

Ve bildiğimiz İstanbul’un, İzmir’in sonu

Varlık vergisi ve Aşkale “çalışma kampı” daha hafızalarda çok taze iken esti 6-7 Eylül’ün buz kesen rüzgârı…

Hem de sözüm ona menşei güney, Kıbrıs dolayları; halbuki hiç yakışmıyordu Eylül’ün şefkatine…

Kıbrıs konusu Türkiye’nin gündemine 1950’lerin başında milliyetçi odakların baskısı ile girmişti. Bu tespit büyük ölçüde Yunanistan için de geçerlidir; 1950’lerin ortasından itibaren ada sebebiyle iki ülke karşı karşıya gelince ortada ne itidal ne de inşa edilmesi için emek verilen dostluk kalmıştı.

6-7 Eylül olayları, Kıbrıs için Londra’da görüşmelerin yapıldığı bir dönemde Türkiye’nin Yunanistan’a (ve kayıtsız şartsız onu desteklediği düşünülen Batı’ya) gözdağı vermek için “devlet aklı” ile düşündüğü, hükümet marifeti ile uyguladığı ve neticede kontrolü kaybettiği korkunç bir kıyım. Fitili yakan Selanik’te Mustafa Kemal’in evine ve Türkiye konsolosluğuna bomba atıldığına dair haber. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve İstanbul Ekspres gazetesinin işbirliği ile kitlelerin galeyana getirilmesi ve özellikle İstanbul ve İzmir’de yaşanan organize şiddet ve katliam. İstanbul’da ve İzmir’de gayrimüslim nüfusun yaşadığı yerlerde evlerin, iş yerlerin, ibadethanelerin tahrip edildiği, tecavüzlerin ve darp olayların yaşandığı 6-7 Eylül olaylarının bilançosu öylesine kabarık ki rakamlara dökmek dahi istemiyorum. Zira rakamlar soğuktur; halbuki her travma biricik, sayıya telif edilemeyecek kadar acı, bir o kadar izleri derin.

Sadece birkaç noktaya değinmek istiyorum. İstanbul Ekspres’in her zamanki sayısından kat be kat fazla basılması, Kıbrıs Türktür Cemiyeti (ki olaylardan sonra kapatılacaktır) üyeleri tarafından ücretsiz dağıtılması, tertiplenen nümayişin içindeki provokatörler buzdağının görünen kısmı. Bir de daha az bilinen bir karanlık taraf var tüm bu olup bitenlerde. Örneğin gündeliğin içine yerleştirilmiş gayrimüslimlere yönelik önyargılar ve öfkeler; Hürriyet dahil birçok gazetenin bir süredir Türkiye’deki Rumların Ada’ya Enosis için para aktardığına dair yalan yanlış haberler, Demokrat Parti hükümetinin tecrübe etmeye başladığı ekonomik sıkıntıların etkisi, Kore Savaşı sırasında etkinliği artan milliyetçi gençlik örgütlerinin faaliyetleri…

Olaylarda yer alan milliyetçi gençlerin tüm yaşananları Rumların kışkırtması olarak gösteren gazetelerin önünde attığı basına destek sloganları tek başına devlet-basın-milliyetçi örgütler arasındaki organik ilişkiyi teşhir eder nitelikte. Ezcümle devletin tezgahlayıp hükümetin başrol oynadığı bir metin var ama o metnin arkasında oyunda rol almaya hevesli bir kitle çoktan oluşmuş. Beslendikleri yerde yıllardır müfredatla tekrarlanan önyargılar da var; gündeliğin içindeki ayrımcılık ve ekonomik hırslar da. Neticede “Türk milleti” adına elinde bayrak dükkan, ev yağmalayan, tecavüz eden bir güruh vicdanın yapraklarını döktü elbirliğiyle.

İzmir’de 6-7 Eylül hadiseleri fuar zamanına denk geldi. Kalabalık fuardaki Yunan pavyonunu sloganlarla ateşe verdi sonrasında mahalle aralarında saldırılar devam etti. Olaylar nedeniyle İzmir limanından ayrılan Yunanistan bayraklı tekneler bir zafer kazanımı gibi kutlandı. İstanbul’daki olaylar ise yalnızca Beyoğlu’nda gerçekleşmedi. Yeşilköy’den Tatavla’ya; Adalardan Tünel’e ve Moda’ya kadar gayrimüslim nüfusun yaşadığı her yerde saldırılar yaşandı. Evet çevreden taşınan eli sopalı göstericiler yadsınamaz ama şehrin her köşesinde o mahalle civarında da olaylara bilfiil katılanlar olduğu inkar edilemez. Bir diğer nokta olaylar sırasında saldırıya uğrayanlara yardım ettiği söylenen Türk- Müslüman nüfus hakkında. Buradan geniş bir insanlık manzumesi çıkarmak en hafif ifade ile naiflik. “Rumlar genelde şöyle şöyle kötüdür ama bizim falanca onlardan değildir” algısı ile hareket edenleri de “engin hoşgörü” çemberine mi dahil edeceğiz?

Gözyaşlarını unutabilecek miyiz?

Bildiğimiz İstanbul ve İzmir, 1955’in bir eylül vakti bitti. O gün kiliseler cemaatsiz, sokaklar kahkahasız, mezeler lezzetsiz, taş evler sessiz, şehirlerin ruhu öksüz kaldı. 1964’te yine Kıbrıs bahanesiyle “operasyon” tamamlandı. Hatırlatayım; 1964 geriliminde İnönü hükümeti, Yunanistan vatandaşı Rumların oturma izinlerini iptal etmiş (16 Mart 1964) ve çok zor şartlarda apar topar ülkeyi terk etmelerini istemişti. Kendi ülkesinde yaşayan insanları “milli davalarda” koz olarak kullanma geleneği ise hep devam etti.

Şimdi “devlet aklının” tam istediği gibi sayısı birkaç binle telaffuz edilen bir Rum nüfusumuz var. 6-7 Eylül’e dair bugün hala yanıtlarını bilmediğimiz o kadar çok soru mevcut ki. Menderes hükümetinin tüm bu olaylardaki rolü belli hatta bunlar 27 Mayıs yargılamalarının da konusu oldu ancak devlet kurumları ihtilal sayesinde aynı zamanda ellerini temizledi. Emniyetin, MİT’in bu tezgâhtaki rolü açığa çıkarılmadı. Selanik’teki bombayı attığı bilinen Oktay Engin yıllar sonra Nevşehir valiliğine getirildi nasıl? Ülkeyi terk etmek zorunda kalan nüfusun taşınmaz malları ne şekilde el değiştirdi? Kimler bu yolla zenginleşti? Sorular yıllardır olduğu yerde, vicdanın bekleme odasında gelmeyecek sırasını bekliyor. Ya kaybettiğimiz insanlarımız, örselenmiş yüreklerini bavula sığdırıp ülkeyi terk etmek zorunda kalanlarımız? İsimlerini, evlerini unuttuk gözyaşlarını unutabilecek miyiz?